Bin üç yüz can düştü adımızın pahası diye Karabağ’da özgürlüklerine..
Özgür dağlara süngü batırıp, noel kandillerine doldurdular kırmızı kırmızı…
Kanayan her dağ, her biri çocuk, her biri ana, her biri kız, yaşlı demeden, kızıl mermileri ıskaladıkça emperyalizmin, aldı yüreklerine koydular…
Her biri muska gibi astı boynuna, her biri çiçeklerde kızarmak için kanadılar nihayet. Üşümesin diye abandılar toprağa, üşümesin diye yorganı gibi Karabağ’ın…
Bizim vatanlarımız hep körpeydi ya, kimi bin yıllık, kimi bin üç yüz yılık, kimi bin asırlık.. Yaşlanmayan vatanlar hep bizimdi ya!.. Dağı, ırmağı, bozkırı hep gülümserdi ya, hep yakışırdı ya yiğitlerine bu gelin gibi vatanlar, gölleri gamzelerine benzerdi ya kara gözlü kızların.
Dağları bahadır olacakların dudaklarıydı ya, ondandı kızıl kızıl kanamaları… Ondandı kara gecelerde kara hırsızların ay yıldız boyamaları!. Ondan vurdular bizi Özüm.. Hesap çok eskiydi, hesap deli hesaptı, pus taşımışlardı nefesleriyle duman duman. Düşman bildikti, düşman maşa olmak için demir dileniyordu, düşman güneşli diyar arıyordu, düşman özür dilemeliydi tarihinden, düşman konducuydu, bilindik ti işte..
Aynaları kırarlarsa yamyamlar yüzlerini göremeyeceklerdi işte!..
Aynaları süngülediler işte!.. İşte Kerkicahan, İşte Hocalı.. Yüzlerini saklayanların kırdığı son aynalar. Cehennem yapmak için otlarını yedikleri diyar. İnsana benzemek için can çalan, kan içip, Kaan narası atmaya çalışan cüceler abandıkça abandılar.
Ay küstü, gök küstü, ayda ne gökte neydi, vatan olabilenlere çok yakışıyor diye eteklik giydirdiler kara gecelere, insanlar güneşe çok yakışıyor diye yarasa oldular!..
Ne çığlıklar düğümlenir bu saatlerde içime, ne bahadır olacak bebeklerin naraları.. Buna ağlama denmez gülüm, bu özgürlüğün türküsüdür, murat murat gurup kırmızılarında yıkanacaktı bu beyaz yazmalar. Bulanık sulara düşmeyecekti al yazmalar… Beşiklerde yatan kıvılcımlar yıldızlara benzedikçe sigara yakacaktı sinemizde özgürlük hırsızları.
Ancak kısa süngüler yüreğimize ulaşmadı, ulaşmayacak!..
Yüzyıllar oldu, Sultan Alpaslan’ın diyarına baktıkça kin içti kurşun üflediler. Fark etmezdi, ha sarkisyan, ha apo, ha general baryatinski.. Köpekler aynı sesleri çıkarır.. ‘Yemine vuz’ tebessüme uyuz hastalıktı bunlar…
Biz öldükçe hatır olmuşuz, onlar öldükçe emperyalizmin natırı.. Farkımız bu!.. Kirlendikçe vadilerimizi tekne sanmaları bundandı.
Ağlama yazması allı yeşilli olan gelin, yas tutmasın bulutları Karabağ’ın, Hocalı’da yere düşen sadece birkaç damla burun kanı Asyalılığımızın.. Yokuşlarında ah oldu da, eyvahımız olmadı tarihimizde!.
Ağlama!..
Geç kalmışlığımız yokuşlarımızın dikliğindedir elbet. Sarıkamış’ta dağ dağ, Çanakkale’de deniz deniz olan yine biz değil miydik?..
Kanımızın yekününü bayrağımıza sürmemizden değil midir soluk tenlerimiz.
Biz değil miydik Asya kurulurken güneşe kırmızılığını veren, biz değil miydik yüreği kadar haritası olan güneş!..
Biz değil miyiz göz kapakları emperyalizmin zindan demirleri olan devler..
Yumruklarını sıktıkça; bu Süphan, bu Ağrı, bu Kaçkar, bu Palandöken olan, nihayet Karadağ olan nesil!.. Bilmez misin!.. Zindan arayan gözlerimize bakar, bilmez misin bela arayan ‘Bağ’ımıza!..
Ağlama alın yazım,
Ağlarsa tüfeği ağlasın çığlığın..
Yar bildiğim bin yaşında olsa da;
Yarı tanımayan aşık ağlasın..
Ocakta kundağı kaynatan anne;
Işığı saklarsa yorgan ağlasın…
El ele tutarak dikenli teller olmamamızdandır ‘ayı’ istilasına uğramamız…
Hala şeytanların kanatlarını boyayadursun Emperyalistler…
Alpaslan ölen çocukların arasında değildi!..